10 Temmuz 2014 Perşembe

9-Cihat alanları - Nureddin Yıldız - Sosyal Doku Vakfı



3- CİHAD
Cihad; doğrudan ya da mal, görüş veya kalabalıkları çoğaltmak ile yardım ederek Allah Subhenehû ve Teala yolunda savaşta azami gayret sarf etmektir. Zira Allah’ın Kelimesinin/dininin yüceltilmesi için savaşmak cihaddır.

Allah yolunda görüş ile cihada gelince; eğer o görüş Allah yolunda savaş ile doğrudan alakalı ise, o cihaddır. Doğrudan alakalı değilse, onda meşakkat olsa da, Allah’ın Kelimesinin yüceltilmesi için bir takım yararlar olsa da o, Şer’iata göre cihad değildir. Çünkü cihad, Şer’iata göre kıtala/savaşa hastır ve savaş ile doğrudan alakalı her şey cihada dâhil olur. Mesela; savaşa başlaması için orduya tahrik edici, coşturucu hitapta bulunmak, düşmanlarla savaşa teşvik edici makale yazmak gibi doğrudan savaşla alakalı ise yazılı ve sözlü görüş cihaddır, aksi halde cihad değildir. Buna binaen, siyasi mücadeleye, zalim Müslüman yöneticilerle çatışmaya, her ne kadar büyük sevabı olsa da ve Müslümanlara çok büyük yararları olsa da, cihad ismi verilmez. Zira mesele meşakkat ve fayda meselesi değildir. Mesele sadece bu kelimenin içinde geçtiği Şer’î manadır. Şer’î mana ise kıtaldır ve onunla alakalı görüş, konuşma, yazma, tuzak ve hile planlama v.b. her husustur.

Cihadın sebebi cizye değildir. Her ne kadar biz cizye kabul edildiğinde cihadı durdursak da sebep cizye değildir. Cihadın sebebi sadece, kendileri ile savaştığımız kimselerin davetin kabulünü reddeden kâfirler olmasıdır.

Zira Allah’u Teâlâ şöyle dedi:

قَاتِلُوا الَّذِينَ لاَ يُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ وَلاَ بِالْيَوْمِ الآخِرِ وَلاَ يُحَرِّمُونَ مَا حَرَّمَ اللَّهُ وَرَسُولُهُ وَلاَ يَدِينُونَ دِينَ الْحَقِّ مِنْ الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ حَتَّى يُعْطُوا الْجِزْيَةَ عَنْ يَدٍ وَهُمْ صَاغِرُونَ “Kendilerine Kitap verilenlerden Allah’a ve Ahiret Gününe inanmayan, Allah ve Rasulü’nün haram kıldığını haram saymayan ve hak dini kendine din edinmeyen kimselerle, küçülerek güçlerinin yettiğince cizye verinceye kadar savaşın.”[1]

Dolayısıyla onlarla savaşmanın emredilmesi küfür vasfından dolayıdır. Yani Allah’a ve Ahiret Gününe inanmadıkları, Allah’ın haram kıldığını haram saymadıkları ve hak dini din edinmedikleri için onlarla savaşın demektir. O zaman bu sebep olmaktadır. Dolayısıyla savaşın sebebi, küfür olmaktadır.

Başka bir ayette ise şöyle geçmektedir:

يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا قَاتِلُوا الَّذِينَ يَلُونَكُمْ مِنْ الْكُفَّارِ وَلْيَجِدُوا فِيكُمْ غِلْظَةً وَاعْلَمُوا أَنَّ اللَّهَ مَعَ الْمُتَّقِينَ “Ey iman edenler! Kâfirlerden yakınınızda olanlara karşı savaşın ve onlar sizde sertlik bulsunlar. Bilin ki Allah sakınanlarla beraberdir.”[2]

Bu ayette de onlarla küfür vasfından dolayı savaşmayı emretti. Bunun gibi birçok ayet vardır. Bunlardan bazıları;

فَقَاتِلُوا أَوْلِيَاءَ الشَّيْطَانِ “O halde şeytanın dostları ile savaşın.”[3] فَقَاتِلُوا أَئِمَّةَ الْكُفْرِ “Küfrün önderlerine karşı savaşın.”[4] وَقَاتِلُوا الْمُشْرِكِينَ كَافَّةً كَمَا يُقَاتِلُونَكُمْ كَافَّةً “Müşrikler nasıl sizinle topyekun savaşıyorlarsa siz de onlara karşı topyekun savaşın.”[5]

Bu ayetlerin hepsinde de Allah Subhenehû ve Teala belirli bir vasıftan dolayı savaşı emretti. O vasıf ise savaşın sebebi olan küfür vasfıdır.

Cizye verilmesine gelince; Kur’an onu, “küçülmüşler olmak” vasfıyla birlikte savaşın durmasının sebebi kıldı, savaşın sebebi değil. Buradan açığa çıkıyor ki, cihadın sebebi küfürdür. Dolayısıyla kendileriyle savaştığımız kimseler, daveti kabul ettiklerinde Müslümanlar olurlar. İslâm’ı benimsemeyi reddedip cizye vermeyi ve İslâm ile yönetilmelerini kabul ettiklerinde, bu onlardan kabul edilir ve onlarla savaşmaktan geri durulur. Çünkü onların İslâm’ı benimsemeye zorlanmaları caiz olmaz. Mademki İslâm ile yönetimi ve cizye vermeyi kabul ediyorlar, İslâm’ı benimsemeseler de davete boyun bükmüşlerdir. Onun için İslâm ile yönetimi ve cizye vermeyi kabul etmelerinden sonra onlarla savaşmak caiz olmaz.

Onlar cizye vermeyi kabul edip İslâm ile yönetilmelerini kabul etmezlerse, bunu onlardan kabul etmesi halifeye caiz olmaz. Çünkü savaşın sebebi olan, onların daveti kabul etmeyi reddeden kâfirler oluşları halen devam etmektedir. Dolayısıyla onlarla savaşmak farz olarak kalmakta, onun farziyeti Müslümanlardan düşmemektedir.

İç ve dış durumların kendisi için elverişli olmayışından dolayı, halifenin içlerinde kâfirlerden cizyeyi kabul edip küfür nizamı ile yönetilmelerine bir şey demediği zorunlu anlaşmalara gelince; bu zaruret hallerinde Şer’iatın kendisine ruhsat verdiği zorunluluk halidir. Dolayısıyla bu anlaşmalara kıyas yapılmaz.

Buna binaen, cihadın sebebi; kendileriyle savaştığımız kimselerin daveti reddeden kâfirler oluşlarıdır. Cihad için bundan başka herhangi bir sebep yoktur.

Ayrıca, “küçülmüşler olmakla” birlikte cizyenin savaşın durdurulması için sebep olması sadece Arap müşriklerden olmayanlar ile ilgilidir. Arap müşriklerden ise sadece İslâm’a girmeleri kabul edilir ya da öldürülürler.

Bu da Allah’u Teâlâ’nın şu sözünden dolayıdır:

تُقَاتِلُونَهُمْ أَوْيُسْلِمُونَ “Onlarla savaşacaksınız yada Müslüman olacaklar.”[6]



Cihad Kur’an ve Hadis nâssı ile farz kılındı.

Allah’u Teâlâ şöyle dedi:

وَقَاتِلُوهُمْ حَتَّى لاَ تَكُونَ فِتْنَةٌ وَيَكُونَ الدِّينُ كُلُّهُ لِلَّهِ “Fitne ortadan kalkıncaya ve din tamamen Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın.”[7] قَاتِلُوا الَّذِينَ لاَ يُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ وَلاَ بِالْيَوْمِ الآخِرِ وَلاَ يُحَرِّمُونَ مَا حَرَّمَ اللَّهُ وَرَسُولُهُ وَلاَ يَدِينُونَ دِينَ الْحَقِّ مِنْ الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ حَتَّى يُعْطُوا الْجِزْيَةَ عَنْ يَدٍ وَهُمْ صَاغِرُونَ “Kendilerine Kitap verilenlerden Allah’a ve Ahiret Gününe inanmayan, Allah ve Rasulü’nün haram kıldığını haram saymayan ve hak dini kendine din edinmeyen kimselerle, güçlerinin yettiğince küçülerek cizye verinceye kadar savaşın.”[8] كُتِبَ عَلَيْكُمْ الْقِتَالُ “Hoşunuza gitmediği halde savaş size farz kılındı.”[9] إِلا تَنفِرُوا يُعَذِّبْكُمْ عَذَابًا أَلِيمًا “Eğer (gerektiğinde savaşa) çıkmazsanız, Allah sizi pek elem verici bir azap ile cezalandırır.”[10] يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا قَاتِلُوا الَّذِينَ يَلُونَكُمْ مِنْ الْكُفَّارِ وَلْيَجِدُوا فِيكُمْ غِلْظَة “Ey iman edenler! Kâfirlerden yakınınızda olanlara karşı savaşın ve onlar sizde sertlik bulsunlar.”[11]

- Enes’ten Rasulullah SallAllah’u Aleyhi Vesellem’in şöyle dediği rivayet edildi: جَاهِدُوا الْمُشْرِكِينَ بِأَمْوَالِكُمْ وَأَيْدِيكُمْ وَأَلْسِنَتِكُمْ “Müşriklerle mallarınızla, ellerinizle ve dillerinizle savaşın.”[12]

- Yine Enes’ten Rasul SallAllah’u Aleyhi Vesellem’in şöyle dediği rivayet edildi: لَغَدْوَةٌ فِي سَبِيلِ اللَّهِ أَوْ رَوْحَةٌ خَيْرٌ مِنَ الدُّنْيَا وَمَا فِيهَا “Şüphesiz ki Allah yolunda gidiş ve geliş dünya ve içindekilerden hayırlıdır.”[13]

- Yine rivayet edildi ki, Rasul SallAllah’u Aleyhi Vesellem şöyle dedi: أُمِرْتُ أَنْ أُقَاتِلَ النَّاسَ حَتَّى يَقُولُوا لا إِلَهَ إِلا اللَّهُ “Lâ ilahe illallah diyesiye kadar insanlarla savaşmakla emrolundum.”[14]

- İmam Ahmed ve Ebu Davud, Enes’ten Rasul SallAllah’u Aleyhi Vesellem’in şöyle dediğini rivayet ettiler: اللَّهُ إِلَى أَنْ يُقَاتِلَ آخِرُ أُمَّتِي الدَّجَّالَ لا يُبْطِلُهُ جَوْرُ جَائِرٍ وَلا عَدْلُ عَادِلٍ الجهاد ماض منذ بعثني “...Cihad, Allah beni gönderdiği günden, ümmetimin sonuncusu deccal ile savaşasıya kadar yürürlüktedir. Zalimin zulmü ve âdilin adaleti bunu geçersiz kılmaz.”[15]

- Zeyd b. Halid’den Rasul SallAllah’u Aleyhi Vesellem’in şöyle dediği rivayet edildi: مَنْ جَهَّزَ غَازِيًا فِي سَبِيلِ اللَّهِ فَقَدْ غَزَا وَمَنْ خَلَفَهُ فِي أَهْلِهِ بِخَيْرٍ فَقَدْ غَزَا “Kim Allah yolunda bir gaziyi/askerî sefere çıkanı donatırsa, sefere çıkmış olur. Kim de o gazinin ehline iyilikle bakarsa, sefere çıkmış olur.”[16]

- Atâ b. Yezid el-Leysî’den Ebu Said el-Hudri RadıyAllah’u Anh’un şöyle dediği rivayet edildi: “Rasulullah’a hangi insan daha fazla faziletlidir, diye sorulduğunda Rasulullah SallAllah’u Aleyhi Vesellem şöyle dedi:

مُؤْمِنٌ يُجَاهِدُ فِي سَبِيلِ اللَّهِ بِنَفْسِهِ وَمَالِهِ “Allah yolunda canı ve malı ile cihad eden mü’min.”[17]

- Rasul SallAllah’u Aleyhi Vesellem şöyle dedi: مَنْ مَاتَ وَلَمْ يَغْزُ وَلَمْ يُحَدِّثْ نَفْسَهُ بِالْغَزْوِ مَاتَ عَلَى شُعْبَةٍ مِنْ نِفَاقٍ “Kim Allah yolunda savaş için sefere çıkmaz ve içinden Allah yolunda sefere çıkmayı istemez olduğu halde ölürse, nifaktan bir bölüm üzerine ölmüş olur.”[18]

- İbn Ebu Ufâ’dan Rasulullah SallAllah’u Aleyhi Vesellem’in şöyle dediği rivayet edildi: وَاعْلَمُوا أَنَّ الْجَنَّةَ تَحْتَ ظِلالِ السُّيُوفِ “Biliniz ki, Cennet kılıçların gölgesi altındadır.”[19]

- Ebu Hureyre’den şöyle dediği rivayet edildi: “Rasulullah SallAllah’u Aleyhi Vesellem’in ashabından bir adam, içinde bir tatlı su pınarı olan bir dağ yolundan giderken, onun lezzeti hoşuna gitti ve kendi kendisine şöyle dedi: “İnsanları terk edip buraya yerleşsem?! Rasulullah SallAllah’u Aleyhi Vesellem’den izin almadan bunu asla yapamayacağım.” Sonra bunu Rasulullah SallAllah’u Aleyhi Vesellem’e zikretti. Bunun üzerine Rasul SallAllah’u Aleyhi Vesellem şöyle dedi: لا تَفْعَلْ فَإِنَّ مُقَامَ أَحَدِكُمْ فِي سَبِيلِ اللَّهِ أَفْضَلُ مِنْ صَلاتِهِ فِي بَيْتِهِ سَبْعِينَ عَامًا “Yapma! Zira birinizin Allah yolundaki makamı, evinde yetmiş yıl namaz kılmasından daha hayırlıdır.”[20]

Cihad; başlatmak bakımından farzı kifayedir. Düşmanın kendilerine saldırdığı kimselere farzı ayındır, başkalarına farzı kifayedir. Düşman saldırdığı yerden atılasıya ve İslâm toprağı onun pisliğinden temizlenesiye kadar farz düşmez.

Cihadın başlatmak bakımından farzı kifaye oluşunun anlamı, düşman başlamasa da bizim düşmanla savaşa ilk başlayan olmamızdır. Herhangi bir zamanda Müslümanlardan ilk başlayan olarak savaşan kimse olmazsa, onun terk edilmesinden dolayı bütün Müslümanlar günahkâr olur. Mesela; ilk başlayan şeklinde savaşı Mısır halkı yaparsa Endonezya halkından farz düşer. Zira harbî/harb halindeki kâfirlere karşı Müslümanlardan savaş fiilen var olmuştur, dolayısıyla cihad farzı hâsıl olmuştur. Fakat tek başına Mısır halkının kâfirlerle savaşmaya yeterliliği oluşmadan Müslümanlarla kâfirler arasında savaş çıktığında, Hindistan ve Endonezya halkı üzerinden, Mısır ve Irak halkının savaşması ile farz düşmez. Bilakis yeterlilik olasıya kadar düşmana yakınlık nispetine göre her bölgeye savaşmak farz olur. Bütün Müslümanlar katılmadıkça yeterlilik oluşmadığında cihad, düşman kahrolasıya kadar bütün Müslümanlara farz olur.

Cihadın farzı kifaye oluşu, halife cihada çağırmadığı zaman söz konusudur. Halifenin cihada çağırdığı kişiye cihad farz olur.

Çünkü Allah’u Teâlâ şöyle demiştir:

يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا مَا لَكُمْ إِذَا قِيلَ لَكُمْ انفِرُوا فِي سَبِيلِ اللَّهِ اثَّاقَلْتُمْ إِلَى الأرْضِ “Ey iman edenler! Size ne oldu ki; Allah yolunda savaşa çıkın, denildiği zaman yere çakılıp kalıyorsunuz.”[21]

Rasul SallAllah’u Aleyhi Vesellem de şöyle dedi:

وَإِذَا اسْتُنْفِرْتُمْ فَانْفِرُوا “Allah yolunda savaşa çağrıldığınız zaman, savaşa çıkın.”[22]

İslâm Devleti’nde cihada yeterli olmanın manası, savaşlarında yeterli olan bir topluluğun cihada kalkışmasıdır. Bu topluluk ya bu uğurda divanları olan bir ordu olur, Ömer zamanında olduğu gibi. Ya da kendilerini gönüllü olarak cihada hazırlamış olurlar, Ebu Bekir zamanındaki halde olduğu gibi. İster onlar, ister şunlar, ister hepsi olsun, düşman kendilerine yöneldiğinde kendilerinde dayanma gücü hasıl olduğunda, savaş onlara farzı kifaye olur. Onlarda direnç hasıl olmazsa, halife onlardan başkalarını cihada hazırlar.

Cihadın ilk başlayan olmasının manası, hemen doğrudan düşmana savaşı başlatmamız demek değildir. Bilakis düşmanı önce İslâm’a davet etmek zorunludur. Müslümanlara, İslâm davetinin kendilerine tebliğ edilmediği kimseler ile savaşmaları helal olmaz. Bilakis kâfirlerin İslâm’a davet edilmeleri kaçınılmazdır. Eğer reddederlerse cizye ödemeleri istenir. Onu reddederlerse onlarla savaşılır.

Nitekim Müslim, Süleyman b. Büreyre’den o da babasından şöyle dediğini rivayet etti: “Rasulullah SallAllah’u Aleyhi Vesellem bir ordu ya da seriyyeye bir komutan tayin ettiğinde ona özelliği hakkında Allah’a karşı takvalı olmasını ve Müslümanlardan beraberinde olanlarla hayırla muamele etmesini tavsiye edip şöyle dedi: اغْزُوا بِاسْمِ اللَّهِ فِي سَبِيلِ اللَّهِ قَاتِلُوا مَنْ كَفَرَ بِاللَّهِ اغْزُوا وَلا تَغُلُّوا وَلا تَغْدِرُوا ولا تَمْثُلُوا وَلا تَقْتُلُوا وَلِيدًا وَإِذَا لَقِيتَ عَدُوَّكَ مِنَ الْمُشْرِكِينَ فَادْعُهُمْ إِلَى ثَلاثِ خِصَالٍ أَوْ خِلالٍ فَأَيَّتُهُنَّ مَا أَجَابُوكَ فَاقْبَلْ مِنْهُمْ وَكُفَّ عَنْهُمْ ثُمَّ ادْعُهُمْ إِلَى الإسْلامِ فَإِنْ أَجَابُوكَ فَاقْبَلْ مِنْهُمْ وَكُفَّ عَنْهُمْ ثُمَّ ادْعُهُمْ إِلَى التَّحَوُّلِ مِنْ دَارِهِمْ إِلَى دَارِ الْمُهَاجِرِينَ وَأَخْبِرْهُمْ أَنَّهُمْ إِنْ فَعَلُوا ذَلِكَ فَلَهُمْ مَا لِلْمُهَاجِرِينَ وَعَلَيْهِمْ مَا عَلَى الْمُهَاجِرِينَ فَإِنْ أَبَوْا أَنْ يَتَحَوَّلُوا مِنْهَا فَأَخْبِرْهُمْ أَنَّهُمْ يَكُونُونَ كَأَعْرَابِ الْمُسْلِمِينَ يَجْرِي عَلَيْهِمْ حُكْمُ اللَّهِ الَّذِي يَجْرِي عَلَى الْمُؤْمِنِينَ وَلا يَكُونُ لَهُمْ فِي الْغَنِيمَةِ وَالْفَيْءِ شَيْءٌ إِلا أَنْ يُجَاهِدُوا مَعَ الْمُسْلِمِينَ هُمْ أَبَوْا فَسَلْهُمُ الْجِزْيَةَ فَإِنْ هُمْ أَجَابُوكَ فَاقْبَلْ مِنْهُمْ وَكُفَّ عَنْهُمْ فَإِنْ هُمْ أَبَوْا فَاسْتَعِنْ بِاللَّهِ وَقَاتِلْهُمْ “Allah yolunda, Allah’ın ismi ile savaş için sefere çık. Allah’ı inkâr edenle savaşın, savaş için sefere çıkın, aşırıya kaçmayın, hainlik yapmayın, cezalandırmada aşırıya kaçmayın, çocukları öldürmeyin. Müşriklerden düşmanla karşılaştığında onları üç haslete ‘ya da talebe” davet et. Onlardan hangisine icabet ederse, onu onlardan kabul edip elini onlardan çek. Onları İslâm’a davet et, buna icabet ederlerse, onlardan kabul et ve elini onlardan çek. Sonra onları ülkelerinden muhacirlerin ülkesine göç etmelerine davet et. Onlara bildir ki; eğer onlar bunu yaparlarsa, muhacirlerin hak ve sorumlulukları onlara da olacaktır. Ülkelerinden göç etmeyi kabul etmezlerse onlara bildir ki, onlar Müslüman bedevi gibi olurlar, mü’minler üzerinde uygulanan Allah’ın hükmü onlara uygulanmaz. Müslümanlar ile birlikte savaşmadıkları sürece ganimet ve feyden onlara bir şey verilmez. Eğer onlar Müslüman olmayı kabul etmezlerse onlardan cizye talep et. Buna icabet ederlerse, onlardan onu kabul et ve onlardan ellerini çek. Eğer onlar bunu kabul etmezlerse onlara karşı Allah’tan yardım dileyip onlarla savaş.”[23]

- İbni Abbas’tan şöyle dediği rivayet edildi: “Rasulullah SallAllah’u Aleyhi Vesellem İslâm’a davet etmedikçe hiçbir topluluk ile asla savaşmazdı.”[24]

- Ferve b. Müseyk’ten şöyle dediği rivayet edildi: “Rasulullah’a gelip dedim ki; ‘Ya Rasulullah SallAllah’u Aleyhi Vesellem kavmimden kabul edenlerle birlikte sırt dönenlerle savaşayım mı?” Onlarla savaşmama izin verdi ve beni emir yaptı. Onun yanından ayrıldığımda ‘Gutayfi’li ne yaptı’ diye beni sormuş. Kendisine benim yola çıktığım bildirilmiş. Hemen benim ardımdan birisini gönderip beni geri döndürdü. Ona vardığımda o, ashabından bir gurubun içinde idi. Dedi ki; ادع القوم فمن أسلم أسلم منهم فأقبل منه “O kavmi (İslam’a) davet et. Onlardan İslam’ı kabul edenin Müslümanlığını kabul et...”[25]

[1] Tevbe: 29
[2] Tevbe: 123
[3] Nisa: 76
[4] Tevbe: 12
[5] Tevbe: 36
[6] Feth: 16
[7] Enfal: 39
[8] Tevbe: 29
[9] Bakara: 216
[10] Tevbe: 39
[11] Tevbe: 123
[12] Nesei, K. Cihâd, 3045
[13] Buhari, K. Cihâd ve’s Seyr, 2583
[14] Nesei, K. Cihâd, 3042
[15] Ebu Davud, k. Cihâd, 2170
[16] Ebu Davud, K. Cihâd, 2148
[17] Buhari, Cihâd ve’s Seyr, 2578
[18] Buhari, K. Cihâd, 2141
[19] Buhari, Ki Cihâd ve’s Seyr, 2607
[20] Tirmizi, K. Fedâil, 1574
[21] Tevbe: 38
[22] Buhari, K. Cihâd ve’s Seyr, 2575
[23] Müslim, K. Cihâd ve’s Seyr, 3261
[24] Ahmed b. Hanbel
[25] Tirmizi
http://islamdevleti.info/kitaplar/Islam_Sahsiyeti_Cilt_2/index.htm
SAVAŞLARIN SEBEPLERİNDEN BİR TANESİ DE TARİHİ BİLGİLERİ YOK ETMEK İÇİN KÜTÜPHANELERİN İMHASIDIR..
SAMİMİ İSLAM ALİMLERİMİZİ KAVRAM KARGAŞASI YAPARAK KİRLETMEYE ÇALIŞMIŞTIR KAFİRLER

İslam Devleti Nasıl Kurulur? - Hilafetinsesi II

İslam Devleti Nasıl Kurulur? - Hilafetinsesi II

İslam Devleti Nasıl Kurulur?

 

Nureddin YILDIZ - Yahudilik Zulmün Simgesidir

Nureddin YILDIZ - Yahudilik Zulmün Simgesidir

BU AÇIKLAMALARI YAYINLAMAMIN SEBEBİ ŞUDUR.
YAHUDİ SİYONİST GÜÇLER HER ŞEYE HAKİM OLMA ARZULARINDAN GOOGLE GİBİ SOSYAL PAYLAŞIM ALANLARINDA CENABI ALLAHIN YAHUDİLER HAKKINDAKİ AÇIKLAMALARINA SINIRLAMA VE YASAKLAMA GETİRDİKLERİNDEN BU AÇIKLAMALARI SCAN YAPIP YAYINLIYORUMKİ DİĞER İNSANLARDA BİLSİNLER BU SİYONİST YAHUDİLERİN TİYNİYETİNİ DİYE.
NOT;BU YAYINLARINDA FARKINA VARIR VARMAZ BU YAYINLARIDA KAPATACAKLARDIR .ONUN İÇİN SİZLERDE BU YAYINLARI KOPYELEYİP ARŞİVİNİZDE SAKLAYASINIZ Kİ YARIN BENİM SİTENİN BAŞINA BİR İŞ GELDİĞİNDE ARŞİVLERİNİZİ YAYINLARSINIZ.
ALLAH RAZI OLSUN ŞİMDİDEN.
sitemi kabattılar-şimdi fecebookta
https://www.facebook.com/huseyin.sasmaz.75/media_set?set=a.485768798110603.106730.100000324607185&type=3

Ben ALLAH ile beraberim ! - Nureddin Yıldız - El-Vasat / الوسط الاسلامي

Ben ALLAH ile beraberim ! - Nureddin Yıldız - El-Vasat / الوسط الاسلامي





Nureddin Yıldız - Kur'an'ı anlamada sünnetin önemi



SÜNNET - VAHY İLİŞKİSİ VE PEYGAMBERLİĞİN VAKIASI
Bütün hamd ve şükür Allah’a (cc) mahsustur. Sâlât ve selam insanlığın efendisi Muhammed’e (sav), onun âli ve ashabına olsun.

Sünnetin vahiy ve teşrî kaynağı olduğu hakkında İslam alimleri arasında bir ihtilaf olmamıştır. Ne yazık ki bazı kimseler, yukarıdaki sözümüze karşılık farklı görüşler öne sürerken yanıldıklarını ve İmam Şafii’nin sözünde hataya düştüklerini belirtmeliyiz.

“Müslümanlar arasında geçmiş herhangi bir zamanda, sünnetin hüccet ve hüccetinin bedahetinde hiç bir ihtilaf olmamıştır. İmam Şafii’nin Cimaul İlim veya başka yerlerde naklettiği hususunda yanılgıya düşenler aslında İmam Şafii’nin sözünü gerekli şekilde anlayamamışlardır. Sünnetin, sünnet olması açısından hüciyyetiyle, bu sünnetin nakil yolu olan hüciyyetindeki farkı idrak edememişlerdir. Sünnetin, sünnet olması açısından olan hüciyyetinde, Müslümanlar herhangi bir zaman diliminde ihtilaf etmiş ve herhangi bir fırka tartışma yapmış değildir. Fakat sünnetin, bir ümmetten diğerine nakil vasıtası olan rivayetlere gelince bazı kısımlarında bazı Mutezile ve yine bir kısmında Havariç ve onun hucciyetinde bazı Şia ihtilaf etmiştir.” (Hücciyetüs Sünne, Abdulgani Abdulhalık s. 15)

Sünnet gayet güzel muhafaza edilmiştir. Tarih, hiç bir dönemi Resulün (sav) dönemi kadar aydınlık ve dupduru anlatmamıştır. Accac’ın es-Sünnetu Kabled Tedvin vb. eserler, bu husus için güzel örneklerdir.

Savaş meydanlarında Müslüman kılıcını düşüreyemeyeceğini anlayan küffar, kesin zafer için Müslümanların bu inancını gönüllerinden alınması gereğini hissetmiş, fakat bunda başarılı olamayacağını anlamıştı. Ama şeytanca kararını çok geçmeden de bulmuştu. Mademki Müslümanların gönüllerinden İslam’ı alamıyordu, o halde, o gönüllerde yatan İslam’ın vakıasını ve anlamını değiştirecek böylece batılın savunucusu bir nesil ortaya çıkacak ve hem düşüncede hem de hayatta sefil bir toplum olacaktı. Bundan sonrada hakim-mahkum yer değiştirecek ve Müslümanların yönetimi, küfrün iki dudağı arasından çıkan sözlerle olacaktı. İşte bu başarının yapılabilmesi için, Kur’an’ı tahrif etmek gerekliydi. Kur’an’ın da ortadan kalkması mümkün değildi. Fakat mânasını tahrif etmek mümkündü. Bunun gerçekleşmesi için sünnetin ortadan kalkması gerekiyordu. Zira sünnet, Kur’an’ın mânasını açıklıyor, onun mânalarının çok dışarılara çıkarılmasını engelliyordu. Eğer sünnet ortadan kaldırabilirlerse Kur’an’ın mânaları lastik gibi her yöne çekilebilecek ve böylece bir filozofun “bazı insanlar, bazı kavramlara o kadar çok mânalar yüklerler ki o kavram her şeyi ifade eder hale gelir. Oysa artık o kavram hiç bir şeyi ifade etmez hale gelmiştir. Çünkü her şeyi ifade eden bir kavram aynı zamanda hiç bir şeyi ifade etmez.” dediği gibi Kur’an’da bundan sonra ittifak kitabı değil, tefrikalar kitabı olacaktı.

Bu hedefin bir an önce gerçekleşmesi için batı, müsteşrikleri yetiştirmeye başladı. Bunlar bir Müslüman’dan daha çok İslam’ı tanır vazıyette idiler. Mustafa Sibai Avrupa’daki bir anısını şöyle anlatıyor: “İngiltere’nin Manchester kentinde Prof. Robson’la görüştük. Bu sıralarda Ebu Davud’un Süneni’ni bir el yazmasıyla karşılaştırıyordu.” (İslam Hukukunda Sünnet, Mustafa Sibai s.23)

Bu gün bir Müslüman dinini öğrenmek için Arapçasından Ebu Davud’u incelemezken küffar, o dini bozmak için daha derin inceleme zahmetine katlanıyor. Goldziher İslam’ı bulandırmak için altı ayda Arapça öğreniyor ve yine müsteşrikler, gönüllerdeki İslam’ı bozmak için büyük bir çaba ile concordance’yi hazırlamışlardır. Bu büyük hadis sözlüğü, Müslümanların dinini öğrenmek için nadir araştırmalarında dayanakları olmuş ve bir yazarın dediği gibi; “Ne zaman bu kitaba baksak utanıyoruz.” Bir çok İslam düşünürünün kitaplarını da onlar tahric ediyorlar. Küfrün İslam dinini bozmak ve bâtılı hakim kılmak için verdiği çabayı biz Müslümanlar onu öğrenmek, yaşamak ve yaşatmak için göstermiyoruz. İslam’ın insanlığa geldiği günden beri hiç bir dönemde Müslümanlar bu kadar zelil ve hakir olmamışlardır.

Nihayet müsteşriklerin iddiaları Müslüman yazarların da ağızlarından duyulur oldu. Resulün (sav) sünnetinde şüpheler Müslümanların kafalarına girdi. Kur’an ve sünnetten besleneceği yerde müsteşriklerin rahlelerine oturup onların kitaplarını tedris ediyor ve bu zehirleri, İslam adına insanlara dağıtıyorlar. Radyo, dergi, televizyon, gazete ve kitaplara da akseden bu cürüm maalesef Müslüman evlatlarının ülkelerinde bir çok taraftar bulmuş durumdadır.
SÜNNET - VAHY İLİŞKİSİ VE PEYGAMBERLİĞİN VAKIASI
http://islamdevleti.info/kitaplar/Sunnet_Vahy_iliskisi/index.htm
-------------------------------------------------------------------------------------
SÜNNET; KUR’AN GİBİ TEFEKKÜR, SİYASET VE TEŞRİ İÇİN KAYNAKTIR
1921'de ölen, Avusturyalı Yahudi Müsteşrik (oryantalist) Agnas Goldziher "İslâmi Araştırmalar" kitabında şunu yazdı:

"Kültür tarihi açısından Muhammed'i kendi halkı nazarında bir Peygamber olarak yapan öğretilerinde icad ediciliğin ve dâhilîliğin var olması bizi ilgilendirmez. Bizi ilgilendiren husus; Muhammed'in kendi öğretilerinin tümünü Yahudilikten ve Hıristiyanlıktan almasıdır."

Müsteşrik Maksim Rodenson şöyle yazdı:

"Bir grup insanların Rasûl'deki durumu vahy olarak saymaları idraksizlikten ileri gelir."

Volteir’ de Hz. Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem'e çattı. Ayrıca birçok müsteşrik, Hz. Muhammed'in peygamber olmadığını, kendisine gelenin vahy olmadığını ve kendisine vahyedilmediğini göstermeye çalışıp Ona karşı saldırıya geçtiler. Hz. Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem’in Peygamberliği veya ondan gelenlerin (Sünnetin) vahy olup-olmaması hakkında şüphe ve kuşku meydana getirmek için çok uğraştılar.

Müsteşrikler, Sünnet konusu ile uğraşırken yaptıkları işi ilmi araştırma olarak niteleyip meseleye objektif bir şekilde baktıklarını iddia ediyorlardı. Halbuki, yaklaşımları ilmi araştırmalardan ve objektiflikten çok çok uzaktı. Onları bu işi iten asıl neden İslâm'a karşı besledikleri kin ve nefretten başka bir şey değildi. Çünkü, onların hedeflerinde İslâm'ı tamamen yok etmek vardı. Bu nedenle, İslâm'ın temel mihengi olan Rasûlullah Sallallahu Aleyhi Vesellem’e taarruz ediyorlardı. İddia ettikleri ilmi araştırma ve objektiflik, İslam konu olunca tamamen ortadan kalkmaktadır.

Kendisine Muhammed Esed adı veren Leopolde Weiss, "Yolların Ayrılış Noktasında İslâm" adlı kitabında şöyle diyor:

"Müsteşriklerin İslam aleyhine haksızca yazmaları ırsi bir içgüdü olduğu gibi haçlı seferlerinin meydana getirdiği etkiler üzerine kurulu doğal bir özelliktir."

Aynı kitapta müsteşriklerin birer misyoner oldukları belirtiliyor ve şöyle deniliyor:

"Gerçek olan, çağdaş asırlardaki müsteşrikler Hıristiyanlık için birer misyonerlerdir." Ve şöyle devam ediyor:

"İslâm Dünyası, kendisinden Avrupa'nın istifade ettiği kadar ondan (Avrupa'dan) istifade etmedi. Fakat, Avrupa bu iyiliği tanımadığı gibi nankörlük yaptı. Şöyle ki; İslâm'a karşı besledikleri kin ve nefreti azaltmadılar, tersini yaptılar. Kinlerini, nefretlerini ve buğzlarını artırdılar. Ve bu, bir huy oldu. Avrupa'da Müslüman kelimesinden söz edilince kin ve nefret Avrupa halklarının duygularına hakim olur."

Müsteşrikler, Hıristiyan misyoner olmakla birlikte, aynı anda sömürgeci Batı'nın resmi misyonerleri olup birer askerleri konumundadırlar. Birbirlerine karşı şiddetli düşman olan Hıristiyanları, İslâm'a ve Müslümanlara karşı ittifak ettikleri kadar başka hiç bir şeyde ittifak ettiklerini göremezsiniz. Halbuki; onlar, kendi inançlarıyla ilgili birçok hususta birbirlerine karşı köklü düşmandırlar. Birbirlerine karşı sürekli buğzettikleri bir gerçektir.

27.01.1990 tarihinde Rumlar'ın hakimiyeti altında bulunan Lefkoşe'de (Kıbrıs’ta), Orta Doğudaki bütün kiliselerin temsilcilerinin katıldığı on yedi günlük toplantıları bir toplantı düzenlendi. Bu toplantıdan çıkan ortak bildiride; İslâm Dünyası'nda –burada yaşayan insanların çoğunun Müslüman olmasına rağmen burada- misyonerlik için işbirliği yapma noktasında anlaştıklarını deklare ettiler. Bunun büyük bir başarı olduğunu şöyle bildirdiler:

"On beş y.y.’dan beri bu toplantıya benzer bir toplantı yapılmadı. Diğer kiliseleri tanımayan Katolik Kilisesi Rum Ortodoks kilisesi ile buluştu."

Bu olay, gerçekte (Kapitalist) sömürgeci olan Hıristiyan Dünyası'nın İslâm'a ve Müslümanlara karşı ne kadar kin ve buğz besleyip düşman olduklarını göstermeye yeter. Yine bütün bunlar gösteriyor ki, onlar İslâm'a ve Müslümanlara karşı savaşlarını sürdürmekte ısrarlıdırlar.

Sömürgeci Batı, İslâm’la savaşında sadece kendi çocuklarıyla yetinmedi. Söylediklerini papağan gibi tekrarlayacak ve Batı iddialarını İslam beldelerinde yayacak kişilere elini uzattı. Bu noktada yolunu şaşırmış Müslümanların evlatlarından bazılarını kendi tarafına çekmeye çalıştı ve başarılı da oldu. Bunların bir kısmını İslam beldelerinde kurdukları karton devletçiklerin başına dikti. Libya’da Albay Kaddafi gibi. Kaddafi, yıllardır Sünnete karşı düzenli kampanya yaparak saldırıyor. Kendisine karşı çıkanları şiddetli bir şekilde cezalandırıyor. Hala Libya hapsanelerinde Hilâfet Devleti kurmak için çalışan İslâmi bir Hizb'e/kitleye mensup kişiler bulunmaktadır. Yine bu Hizb’in mensubu olan on üç kişi, Sünneti inkâr eden Kaddafi’ye onu ikna etmek için gönderildi. Bu heyet, Sünnetin doğru bir kaynak olduğunu ispatladığı gibi tefekkür, siyaset ve teşri/yasama için bir kaynak olduğunu ispatladı. Neticede Kaddfi onlardan on üçünü idam ettirdi.

Peki; Sünnetle savaşmanın, onun hakkında şüphe ve kuşkunun meydana getirebilmesinin sebebi ve sırrı nedir? Allah’ın Râsul'ü Muhammed Sallallahu Aleyhi Vesellem'in vahy alması ve kendisine vahy edilmesi hususunda şüpheleri ortaya atmanın sebebi nedir? Günümüzde de müşahade ettiğimiz gibi bu denli, aşırı derecede saldırılar ve kampanyalar niçin? Bazıları; Sünneti neden bir içtihad olarak göstermeye çalışıyor? Kur'an'ı ortadan kaldırmak için sünneti inkar ettiği bilindiği halde Kaddafi'nin Kur'an'ı korumak için Sünneti reddettiğine dair bahaneleri niçin?

Günümüzde buna benzer birçok sorular ve çalışmalarla karşı karşıya bulunmaktayız. Konumuzun akışında bu saldırıların nedenini ve Sünnetin İslam’daki konumunu irdelemeye çalışacağız. Bu çalışmamızda Allahu Teala bizleri yanlışlardan korusun, doğruyu ve hakikati göstermekte başarılı kılsın.

Esad Mansur
SÜNNET; KUR’AN GİBİ TEFEKKÜR, SİYASET VE TEŞRİ İÇİN KAYNAKTIR
http://islamdevleti.info/kitaplar/Sunnet/index.htm

109) İslam'ın Devleti Olur mu? / Siyasetsiz Din Olur mu? - Nureddin Yıld...



Tüm Müslümanları Yeniden Râşidî Hilâfet'i Kurmaya Dâvet Eder
İslâm'dan biraz haberi olan herkes bilir ki Hilâfet, İslâm'ın en azîm farzıdır, hatta âlimler onu "tâc-ul furûd" (farzların tâcı) ve "umm-ul furûd" (farzların anası) olarak tanımlamışlardır. Çünkü İslâm, hayatın her anına ve alanına müdâhale eden, yönetime, ekonomiye, devletlerarası ilişkilere, toplumsal yaşama, savaşa, barışa, hukuka, kültüre ve somut hayatın parçası olan her meseleye ilişkin hükümler koyan ve hiçbir şeyi eksik bırakmayan kapsamlı bir hayat nizâmıdır ve bu kapsamlı nizâm bir devlet sistemi olmadan yani Hilâfet olmadan yaşama geçirilemez.

Bunun için Rasûlullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem] Nübüvvet ile şereflenmesinden bir süre sonra Medîne'de ilk İslâmî Devlet'ini kurarak İslâm Nizâmını fiilen hayata geçirmiştir. Rasûlullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem] kurduğu devletin, O'ndan sonraki yöneticilerinin yönetimde kendisine halef olmasından ötürü İslâm'ın bu yönetim sistemine Hilâfet adını vermiş, kendisinden sonraki ilk Hilâfet dönemini, bizâtihi "Nübüvvet Minhâcı üzere [Râşidî] Hilâfet" olarak tanımlamıştır.

Râşidî Hilâfet sonrasında gelen Emevî, Abbâsî ve Osmanlı Hilâfet devletleri ise Kâfirlerin fikrî, siyâsî, kültürel, kimi zaman askerî ve benzeri saldırıları ve saptırmaları karşısında sarsılarak, kusurlar işleyerek, "Râşidî" sıfatını kaybetmişlerse de; Hilâfet Devleti olarak kalmaya devam etmişlerdir. Çünkü onlar bütün eksiklerine, kusurlarına ve zulümlerine rağmen, İslâm Nizâmı'nı uygulamayı sürdürmüşlerdir.

Her devletin bir eceli olduğu hakikatinin bir emâresi olarak Hilâfet Devleti, Hicrî 1342 yılının Recep ayının 28'inde Ankara'daki meşum millet meclisinde alınan despot kararla, devlet içinde devlet kuran bir avuç isyankâr zorba tarafından yıkılmış, böylece Müslümanlar devletsiz, lidersiz ve kalkansız kalmışlardır.

Devletsiz kalmışlardır, çünkü -Türkiye Cumhuriyeti dâhil- Hilâfet Devleti'nin enkâzı üstüne kurulmuş mevcut devletler Müslümanları temsil etmemekte, onların maslahatlarını gözetmemekte, dertlerine ortak ve derman olmamaktadır. Bilakis bütün bu devletler, öyle veya böyle, daima veya ara sıra, dolaylı veya dolaysız Sömürgeci Kâfirlerin hizmetindedirler.

Lidersiz kalmışlardır, çünkü Müslümanların, altmış küsur parçaya ayrılmış İslâm topraklarını birleştirecek hiçbir lideri yoktur.

Kalkansız kalmışlardır, çünkü Rasûlullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem] Halifeyi (Hilâfet'i) Müslümanların "kendisiyle korundukları ve ardında savaştıkları bir kalkan" olarak tanımlamıştır. Hilâfet'in yıkılmasıyla o kalkan parçalanmış, Müslümanların toprakları her zâlimin, her sömürgecinin, her işgâlcinin can yaka yaka, kan akıta akıta, namus çiğneye çiğneye, gözyaşı döktüre döktüre çöreklendikleri topraklar haline gelmiştir.

Dolayısıyla bugün bizim çağrıda bulunduğumuz Râşidî Hilâfet'in özel ve güçlü bir anlamı vardır ve bu anlam; -şer'î açıdan- herhangi bir Hilâfet'in veya İslâm Devleti'nin kurulmasını değil, bilakis Nübüvvet Minhâcı üzere Râşidî Hilâfet Devleti'nin kurulması gereğini ifade eder ki bu sahîh şer'î delîllere dayalı kapsamlı ve detaylı bir inceleme-araştırma sürecinin ardından ortaya çıkarılmış ve geniş biçimde yayınlarımızda açıklanmıştır.

Yine bu anlam; -siyâsî açıdan- İslâm'ın kapsamlı bir hayat nizâmı olmasının gereği olarak bir devlete muhtaç olması ve Müslümanların, canlarının, mallarının, ırzlarının, topraklarının ve daha önemlisi Râsullerinin, Kitâblarının ve Dînlerinin korunması, ayrıca Sömürgeci Kâfirlerin dayattıkları Demokratik-Laik Küfür sistemlerinin ortadan kaldırılması, tahakkümlerine, işgâllerine ve sömürülerine son verilerek topraklarımızdan nihâî olarak kovulması, onların ajanı ve uşağı olarak hizmet veren hâin yöneticilerin başımızdan atılması ve yerine bağımsız, muktedîr, güçlü ve büyük bir devlet kurulması açısından siyâsî aklın gereğini ifade eder ki İslâm Ümmeti, tüm bu sayılanları hakkıyla ve lâyıkıyla yerine getirme potansiyeline fazlasıyla sahiptir. Allah [Subhânehu ve Te'alâ] şöyle buyurmuştur:

كُنْتُمْ خَيْرَ أُمَّةٍ أُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ تَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَتَنْهَوْنَ عَنْ الْمُنكَرِ وَتُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ "Sizler, insanlar için çıkartılmış en hayırlı ümmetsiniz. Ma'rufu emreder, münkerden nehy eder ve Allah'a iman edersiniz." [Âl-i ‘İmrân 110]

Bununla birlikte Hilâfet'in kurulmasının hayal olduğunu, kurulsa bile "büyük" devletlerin onu hemen darmadağın edip ortadan kaldıracağını söyleyenlerin varlığına şahit olmaktayız.

Bunu söyleyenlere ya da aklından geçirenlere deriz ki; Hilâfet'in kurulması asla bir hayal değildir. Bilakis Allah'ın izniyle fiilî bir hakikattir. Nitekim Rasûlullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem], şu an içerisinde bulunduğumuz "zorba diktatörlük" döneminden sonra tekrar Râşidî Hilâfet'in kurulacağını çok açık ibarelerle müjdelemişken buna hayal demek neyi ifade eder?

Nitekim Rasûlullah [SallAllahu Aleyhi ve Sellem] şöyle buyurmuştur:

تَكُونُ النُّبُوَّةُ فِيكُمْ مَا شَاءَ اللَّهُ أَنْ تَكُونَ ثُمَّ يَرْفَعُهَا إِذَا شَاءَ أَنْ يَرْفَعَهَا ثُمَّ تَكُونُ خِلَافَةٌ عَلَى مِنْهَاجِ النُّبُوَّةِ فَتَكُونُ مَا شَاءَ اللَّهُ أَنْ تَكُونَ ثُمَّ يَرْفَعُهَا إِذَا شَاءَ اللَّهُ أَنْ يَرْفَعَهَا ثُمَّ تَكُونُ مُلْكًا عَاضًّا فَيَكُونُ مَا شَاءَ اللَّهُ أَنْ يَكُونَ ثُمَّ يَرْفَعُهَا إِذَا شَاءَ أَنْ يَرْفَعَهَا ثُمَّ تَكُونُ مُلْكًا جَبْرِيَّةً فَتَكُونُ مَا شَاءَ اللَّهُ أَنْ تَكُونَ ثُمَّ يَرْفَعُهَا إِذَا شَاءَ أَنْ يَرْفَعَهَا ثُمَّ تَكُونُ خِلَافَةً عَلَى مِنْهَاجِ النُّبُوَّةِ ثُمَّ سَكَتَ "Allah'ın olmasını dilediği kadar aranızda Nübüvvet olacak, sonra kaldırmayı dilediğinde Allah onu kaldıracaktır. Sonra Nübüvvet Minhâcı üzere [Râşidî] Hilâfet olacaktır. Böylece Allah'ın olmasını dilediği kadar olacak, sonra kaldırmayı dilediğinde onu da kaldıracaktır. Sonra Isırıcı Meliklik olacaktır. Böylece Allah'ın olmasını dilediği kadar olacak, sonra kaldırmayı dilediğinde Allah onu da kaldıracaktır. Sonra Zorba Diktatörlük olacaktır. Böylece Allah'ın olmasını dilediği kadar olacak, sonra kaldırmayı dilediğinde onu da kaldıracaktır. Sonra (yeniden) Nübüvvet Minhâcı üzere [Râşidî] Hilâfet olacaktır." Sonra sükut etti. [Ahmed tahric etti]

"Büyük" devletlerin kurulacak olan Râşidî Hilâfet Devleti'ni anında yok edecekleri ise sömürgeci kâfirlerin temennisinden öte bir şey değildir. Zira o "büyük" devletler, aveneleriyle birlikte Irak'ta ve Afganistan'da Müslüman fertlerin karşısında çaresiz kalıp rezil olmuşlarken; nasıl olacak da Râşidî Hilâfet'in başına üşüşüp onu darmadağın edeceklermiş?!

Bununla birlikte bir devletin gücünü ideolojik, stratejik, ekonomik, demografik, teknolojik ve askeri konum oluşturmaktadır. Konunun uzmanları da kabul ederler ki ideolojik faktör temel unsurdur. Bu varsa diğer faktörler oluşturulabilir; fakat bu yoksa diğer faktörler değeri ne olursa olsun sonunda yok olmaya mahkûmdur.

Bu nedenle Amerika bu gün için güçlü bir ideolojiden mahrum olan Türkiye'den Mısır'dan Pakistan'dan, Endonozya'dan Suriye'den, Ürdün'den daha güçlüdür. Fakat kurulacak olan Râşidî Hilâfet Devleti'nden asla güçlü değildir. Çünkü İslâm, Kapitalizmden güçlüdür. Çünkü İslâm hak, Kapitalizm batıldır.

Hak ve hayır İslâm'da temsil edilmiştir. Bâtıl ve şer ise özellikle de Amerika liderliğindeki Kapitalizmde temsil edilmiştir. Hakka tabii olanların onu açıklama ve desteklemedeki mevcut yetersizliği hakkı bâtıl yapmaz; bâtıla tabii olanların kendi fasit anlayışlarını hak olarak sunmadaki becerileri de bâtılı hak yapmaz. Hak er ya da geç bâtıla üstün gelecektir. Allah [Subhânehu ve Te'alâ] şöyle buyurmuştur:

َقُلْ جَاء الْحَقُّ وَزَهَقَ الْبَاطِلُ إِنَّ الْبَاطِلَ كَانَ زَهُوقًا De ki: Hak geldi; bâtıl yıkılıp gitti. Zaten bâtıl yıkılmaya mahkumdur!

Ey Müslümanlar! Ey Güç Sahipleri!

Muhakkak ki Hilâfet, Allah'ın vaadidir ve Rasûlü'nün müjdesidir. Dünyanın ve Âhiretin izzeti, İslâm'ın bütünüyle uygulanması, korunması ve yayılması, tüm insanlığın azgın Kâfirlerden ve karanlık küfür nizâmlarından kurtarılmasının yolu ancak ve sadece odur. Aynı zamanda o, tüm cihandaki hayrın ve adaletin minaresidir.

Haydi! Ellerinizi ellerimizin üzerine koyun! Allah'ın vermenizi emrettiği nusreti verin bize! Bizimle irtibata geçin! Bizimle birlikte Râşidî Hilâfet'i kurmak için siz de çalışın!

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اسْتَجِيبُواْ لِلّهِ وَلِلرَّسُولِ إِذَا دَعَاكُم لِمَا يُحْيِيكُمْ وَاعْلَمُواْ أَنَّ اللّهَ يَحُولُ بَيْنَ الْمَرْءِ وَقَلْبِهِ وَأَنَّهُ إِلَيْهِ تُحْشَرُونَ "Ey imân edenler! Allah ve Rasûlü sizi, size hayat verene çağırdığında icâbet edin. Bilin ki Allah kişi ile kalbi arasına girer ve siz muhakkak O'nun huzurunda toplanacaksınız." [el-Enfâl 24]

Image
Hizb-ut Tahrir
Türkiye Vilâyeti
SİYASET VE SİYASÎ ÇALIŞMANIN GEREKLİLİĞİ


Son asırlarda özellikle de günümüzde Müslümanlar arasında siyasetten tiksindirici ve uzaklaştırıcı çeşitli telkinler yaygınlaştırılıyor. Şöyle ki;

-Din ayrı siyaset ayrı olmalı. Çünkü dinin sabit değişmeyen kuralları ile her zaman değişken olan siyasi olaylar tanzim edilemez. Onun için din siyasete esas teşkil etmemeli. Aksi halde dünyanın gidişatından geri kalır.

-Siyasetin değişkenliği ve kaypaklığından dolayı, siyasetle meşgul olmak kişiyi de kaypak, ikiyüzlü, sahtekar kılar. Onun için iyi bir Müslüman siyasetten uzak durmalı.

-Aziz dinimizi siyasetin pisliklerine bulaştırmamalıyız.

-Siyaset dinde ayrıntılardandır ve dindeki yeri %5'ler civarındadır. O da önemli değildir. İslâm dini siyasi değil sadece ruhani, ferdi bir dindir.

-Şeytandan ve siyasetten Allah'a sığınmalıyız.

-Önemli olan Allah'a kulluk yapmaktır. Siyasetle iştigal kişiyi Allah'a kulluktan alı koyar.

-İslâm’i bir kitlenin kâfirlerin siyasi işlerini, manevralarını takip etmesi abesle iştigal olur. Elin kâfirinden bize ne nasıl olsa hak gelince batıl zail olur. Bizim dahili ve harici siyaseti takip etmemiz, tahliller yapmamız, konuşmamız abesle iştigal olur.

-İslâm'ı yaşarsak devlet nasıl olsa gelir. Önce kendimizi kurtaralım. Devleti yüreğimizde kuralım. Siyasetle meşgul olmaya gerek yok.

İşte bu ve benzeri sözleri içinde yaşadığımız toplumda sık sık duyarız. Böyle düşünen insanlarla karşılaşırız. Şu iyi bilinmeli ki, böylesi telkinler ve fikirler güdümlü fikirlerdir. Kasıtlı olarak Müslümanlar arasında yaygınlaştırılmaktadır ki Müslümanlar kendi yaşamlarındaki, ülkelerindeki ve çevrelerindeki siyasi manevraları göremesinler, kâfirlerin güdümünde kalmaya mahkûm olsunlar.

Siyasetin tanımı:

Arapça olan bir kelime olan siyaset; ıstılahta belirli bir fikirle insanların ülke içi ve dışı ile ilgili işlerini gütmeye yönetmeye denir. Bu iş, devlet ve ümmet tarafından yapılır. Devlet ve yöneticiler bu işi yönetici olarak, ümmet de takipçi, muhasebeci, nasihat edici olarak yürütür.

Bu tanım genel tanımdır. Siyasetin vakıasını ortaya koyar. Bu tanım "siyaset" kelimesinin lügat manasına da uygun düşmektedir. Nitekim Lisanul Arab'da siyaset kelimesi; insanların işlerinin yönetimini üstlenmek anlamında geçmektedir. Kamus El-Muhitde de; "tebaayı siyase ettim" yani; "tebaaya emrettim ve nehyettim" denmektedir. Siyaset kelimesinin lügat ve ıstılahtaki bu manası Şer'î naslarda da aynı şekilde geçmiştir.

Nitekim Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem bir hadisi şerifte şöyle demiştir: "İsrail oğullarını peygamberler siyasa ediyorlardı (yönetiyorlardı). Bir nebi öldüğünde onu bir başka nebi takip ediyordu. Benden sonra nebi yoktur. Birçok hâlifeler olacaktır." (Buhari Enbiya 50, Müslim İmarat 1842) Yani, Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'den sonra Müslümanları hâlifeler yönetecektir.

Siyasetin tanımının ve vakıasının bu olduğunu gördükten sonra bu vakıaya İslâm'ın bakışını ortaya koymaya çalışalım. Bu hususta ayet ve hadislere bakıldığında İslâm'da siyasetin ne kadar önemli olduğu ortaya çıkar. İslâm'ın ona nasıl teşvik ettiğini ve bir yükümlülük olarak Müslümanlara yüklediğini görürüz. Zira Müslümanların maslahatlarına önem vermekle, yöneticilerin işleri ile ve yöneticileri muhasebe etmekle kısaca siyasetle ilgili birçok nas vardır. Bu nasların bir kısmını siyasetin yürütülüş şeklini ortaya koyarak göstermeye çalışacağız.

Siyaset:

1- Yöneticiler tarafından insanların işlerinin tanzimi yani, yönetim ile,

2- Tebaa tarafından yönetimi denetleme ve muhasebe ile

a- Dahili siyaset,

b- Harici siyaset olarak yürütülür.

a- Dahili Siyaset:

Dahili siyasetle Müslümanlardan talep edilen, Allah'ın indirdikleri ile yönetmek ve yönetilmektir. Allah'ın indirdiklerine göre de muhasebe etmektir. İşte Allahu Teala'nın bu talebini ifade eden naslardan birkaçı şunlardır:

1- Yönetim ile ilgili nasslar:

فاحكم بينهم بما أنزل الله ولا تتبع أهواءهم عما جاءك من الحق "Onların aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet (yönet). Haktan sana gelenden sapıp da onların arzularına uyma." (Maide 48)

ألم تر إلى الذين يزعمون أنهم آمنوا بما أنزل إليك وما أنزل من قبلك يريدون أن يتحاكموا إلى الطاغوت وقد أمروا أن يكفروا به ويريد الشيطان أن يضلهم ضلالا بعيدا "Sana indirilene ve senden önce indirilenlere iman ettiklerini iddia edenleri görmedin mi? Zira onlar inkâr etmekle emrolundukları halde tağutla yönetilmek istemektedirler. Şeytan ise onları uzak bir sapıklığa saptırmak istiyor." (Nisa 60)

Bu ayete göre Allah'ın indirmediği sistem ve hükümlerle yönetime talip olmak şeytanın güdüm alanına girerek sapıtmak ve iman iddiasını boşa çıkarmak oluyor. İşte asıl kendisinden Allah'a sığınılacak husus budur. Demokrasi, cumhuriyet, kapitalizm, sosyalizm gibi çağdaş tağuti sistemlerin siyasetinin yürütücüsü olmaktan Allah'a sığınmak gerekir. Allahu Teala şöyle buyurdu:

أفحكم الجاهلية يبغون ومن أحسن من الله حكما لقوم يوقنون "Yoksa onlar cahiliye (İslâm dışı) yönetim mi istiyorlar? İyi anlayan bir topluma göre hükümranlığı (yönetim sistemi) Allah'tan daha güzel kim vardır." (Maide 50)

Siyasetin yönetim bölümünde Allah Müslümanlara, Allah'ın indirdiği ile yönetmeyi bu ve benzeri birçok nas ile emretmişken bu emirleri yerine getirmeden Allah'a kulluk nasıl olur?

2- Muhasebe hususuna gelince:

Hem fert hem de bir parti ile muhasebeyi Allah Müslümanlardan talep etmiştir.

Allahu Teala’nın Resulü Sallallahu Aleyhi Vesellem şöyle buyurmuştur: "İleride birtakım emirler (yöneticiler) olacaktır. Tanıyacaksınız ve inkâr edeceksiniz. Kim tanırsa beri olur. Kim inkâr ederse kurtulmuş olur. Fakat kim razı olursa ve tabi olursa... Dediler ki; onlarla savaşalım mı? Dedi ki; Namaz kıldıkları (İslâm'ı uyguladıkları) müddetçe hayır." (Müslim 1854)

Allah'ın Resulü Sallallahu Aleyhi Vesellem burada yöneticilere karşı kör ve sağır olmayı değil onları takip edip tanımayı ve yaptıkları münkerlere karşı çıkmayı kurtuluşun yolu olarak göstermiştir. Yöneticileri takip etmeyenler onları tanıyamaz ve onlardan hasıl olan şerlerden de ne beri olur ne de kurtulur. Körü körüne onlara tabi olur da dünya ve ahirette hüsrana düşer.

Ayrıca Allahu Teala marufu yani Allah'ın rızasına uygun olmayan şeyleri nehyetmeyi müminlerin bir sıfatı olmasını talep etmektedir. Marufu emretmek ve münkerden nehyetmek siyasi bir iştir. Çünkü marufun da münkerin de başı yönetimdir. Yönetim bozuk olursa toplum fesat yani bozuk ve kirli olur. Çünkü yönetim toplumun yapısını teşkil eder. Sosyal ilişkileri tanzim eder. Bu tanzimdeki çarpılık toplumda çarpık, bozuk, kötü, dengesiz ilişkileri beraberinde de zulüm, dolandırıcılık ve yolsuzlukları getirir. Bu da yönetime ve yöneticilere yönelik marufu emretmenin ve münkerden nehyetmenin önemini ortaya koymaktadır.

İşte, Allahu Teala bu önemli siyasi işi Müslümanların vasfı olarak zikrederek onlardan kesin bir şekilde talep etmiştir:

والمؤمنون والمؤمنات بعضهم أولياء بعض يأمرون بالمعروف وينهون عن المنكر "Mümin erkek ve kadınlar birbirlerinin velisidirler (dost, yardımcı ve koruyucusudurlar) marufu emrederler ve münkerden nehyederler." (Tevbe 71)

Bu ayet de Müslümanlardan davet ve ümmet olarak marufu emretmeyi ve münkerden nehyetmeyi talep etmektedir:

Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem’de şöyle buyurdu: "Şüphesiz ki Allah hiçbir zaman bir kısım (özel) insanların işledikleri kötülükler yüzünden bütün insanlara azap etmez. Ne zaman ki aralarında kötülüklerin yapıldığını görürler de güçleri yettiği halde o kötülüklere karşı çıkmazlar ya da ortadan kaldırmazlarsa işte o zaman Allah'ın azabı hem günahları işleyenleri hem de bu günahlara karşı çıkmayanları, bütün insanları kapsar." (Ahamet ibni Hanbel)

Toplumdaki özel kimseler yöneticiler, toplumu etkileyen liderlerdir. Onları takip etmeyen ve onlardan hasıl olan münkerlere karşı duyarsız ve tepkisiz olan insanlar onların işledikleri cürümden dolayı Allahu Teala'nın göndereceği çeşitli azaplardan kurtulamazlar. Kurtulmaları için yöneticileri ve liderleri denetleyip icraatlarını takip etmeleri ve yanlışlarına tepki göstermeleri gerekir. Bu da siyasetle iştigal değildir de nedir?

Hadiste Rasul Sallallahu Aleyhi Vesellem şöyle buyurdu:"Hiçbiriniz kendisini tahkir etmesin (küçük düşürmesin). Yanındakiler; Ey Allah'ın Resulü, bizden birisi kendisini nasıl tahkir eder? Diye sordular. O da şöyle dedi; bir kimse öyle bir şey görür ki onunla ilgili bir şey söylemesi Allah'ın onun üzerinde hakkıdır. Fakat o bu hususta konuşmaz (yani insanlardan çekinip konuşmamakla kendisini tahkir etmiş, alçaltmış olur). Allahu Teala da kıyamet günü ona, şu şu meselede niye üzerine düşen sözü söylemedin, söylemene engel olan neydi? Diye hesaba çeker. Adam; konuşmamı insanlardan korkmam engelledi, der. Allahu Teala da; Sen (insanlardan değil) önce benden korkmalıydın, der. (Kütübi sitte C.17 S.538)

Bu hadisi şeriften de anlaşılacağı üzere gördüklerine karşı duyarsız ya da tepkisiz olmak yasaklanmaktadır. Özellikle de yönetim ve yöneticilere karşı kör, sağır ve tepkisiz olmak kesinlikle yasaklanmaktadır. Zira Allah'ın Resulü Sallallahu Aleyhi Vesellem şöyle buyurmaktadır:

"Cihadın en üstünü zalim sultan (otorite) karşısında hak sözü söylemektir."

"Şehitlerin efendisi Hamza ve zalim bir imama karşı hak söz söyleyip nasihat eden ve bu hareketinden dolayı öldürülen kimsedir."

"Kimin asıl önem verdiği husus Allah’tan başkası olmuşsa o, Allah'tan değildir (Allah'la alakası kesiktir). Kim de Müslümanlara (maslahatlarına) önem vermezse onlardan değildir."

Müslümanlara ihtimam vermek onların maslahatlarını, haklarını savunmak ve onların takipçisi olmaktır, yani siyasettir. Allah ve Resulünün, siyasetin muhasebe ile ilgili bu taleplerini ve şiddetli teşviklerini göz ve kulak ardı ederek Allah'a kulluk hasıl olmaz

b- Dış siyasete gelince:

Dış siyasetin manası; devletlerarası ilişkilerdir. Bunu takip etmek ve ondan haberdar olmak da, Allahu Teala'nın Müslümanlara yüklediği risaleti aleme taşımak, fitne, fesat ve zulmü ortadan kaldırmak ve Allah'ın dinini bütün dinler üzerine yani yeryüzünün tamamına hakim kılmak vazifesinin yerine getirilmesi için çok önemli bir şarttır.

Allahu Teala, İslâm ümmetini risalet ve cihad ümmeti kılmış, insanlığa risaleti götürmek onları zulüm ve zulümattan, sapıklıktan, kula kulluktan kurtarmak için çalışmakla sorumlu kılmıştır. Onun yolu olan cihadı farz kılmıştır. Bu hususta Allahu Teala şöyle buyurdu:

وكذلك جعلناكم أمة وسطا لتكونوا شهداء على الناس "Böylece sizi insanlar üzerine şahitler olmanız, Rasul de size şahit olması için seçkin bir ümmet kıldık." (Bakara 143)

وقاتلوهم حتى لا تكون فتنة ويكون الدين كله لله "Fitne kalmayıncaya ve din tamamen Allah'ın oluncaya kadar onlarla (kafirlerle) savaşın." (Enfal 39)

İslâm ümmetinin bu vazifesini yerine getirebilmesi için dünyada neler olup bittiğinden haberdar olması, düşmanlarına karşı uyanık olması gerekmez mi? Yani dış siyasete, devletlerarası siyasete vakıf olması gerekmez mi? Bunlara vakıf olmayan hem düşmanlarından nasıl korunur? Hem de Allah'ın üzerine yüklediği fitneyi, fesadı ortadan kaldırma yükümlülüğünü nasıl yerine getirebilir?

İslâm ümmetinin dış siyasete vakıf olmasının gerekliliği şu hususlarda açıkça ortaya çıkar:

1-Düşmanlarını tanıması bakımından,

2-Fitne, fesadı ortadan kaldırıp Allah'ın dinini hakim kılmak için cihad yapmakla yükümlü olması bakımından,

3-Müslümanların sadece kendilerini kalkındırmak değil tüm insanlığı kalkındırmayı düşünmek ve o azimle çalışmakla yükümlü olmaları bakımından.

a- Şu anda yeryüzü, Müslümanların düşmanları olan kâfirlerin devletleri tarafından istila edilip ifsat olmuştur. Kafirler devletlerinin imkânları ile sürekli Müslümanlara kin beslemekte, kötülük düşünmekte ve düşmanlık yapmaktadırlar. Müslümanların mallarını çalmak, ülkelerini sömürmek, onları İslâm'dan uzaklaştırmak ve İslâm'ı tamamen ortadan kaldırmak için hileler, tuzaklar kurmakla meşguller. Planlar ve planlarını uygulamak için çeşitli faaliyetler yapmaktalar. Bu ortamda, Müslümanlar o düşmanlara karşı nasıl gafil olur? Düşmanına karşı gafil olmayı telkin eden bir zihniyet asla İslâm’i zihniyet olamaz. Şu anda yeryüzündeki devletler mademki hep küfür devletleridir, o halde Müslümanların bu devletleri özellikle de ABD, İngiltere, Fransa, Rusya gibi devletlerarası siyasi durumu belirleyen büyük devletlerin vakıalarını tanımaları, onların plan ve desiselerinden haberdar olmaları onların aleyhimizde hazırladıkları tuzaklarına düşmemek için farzdır. Çünkü bir farzı yerine getirmek için gerekli şeyler de farzdır. Nitekim son dönemlerde Müslümanlar bu farzı eda etmedikleri için sürekli düşmanları olan kâfirlerin tuzaklarına düşmektedirler.

b- Yukarıda geçen ayetlerde de görüldüğü gibi Allahu Teala İslâm ümmetini fitne ve fesadı ortadan kaldırmak ve hak din olan İslâm'ı yeryüzünün tamamında hakim kılmak için cihad yapmakla mükellef kılmıştır. Müslümanların bakışını yeryüzünün tamamına yöneltmiştir. Bununla yükümlü olan bir ümmet elbette ki fitne ve fesadın faillerini tanımak zorundadır. Onların güçlerini, planlarını ve faaliyetlerini tanımak zorundadır. Bu da dış siyaseti takip etmeyi ve siyasi uyanıklığa sahip olmayı gerekli kılmaktadır.

c- Allahu Teala, yukarıda da belirtildiği gibi İslâm ümmetini "insanlar için çıkartılmış en hayırlı ümmet" "insanlığa şahit ümmet" kılmıştır. Bu vasıflara göre İslâm ümmetinin sorumluluğu evrenseldir. Allah bu ümmete bu ağır sorumluluğu yüklemekle aynı zamanda onu yeryüzünde "en seçkin, en üstün ümmet" konumuna getirmiştir. İşte bu ulvî makam ve sorumluluk gereği Müslümanlar sadece kendilerini düşünmezler ve sadece kendileri için yaşamazlar. Bundan dolayı bugün her ne kadar Müslümanlar kendileri kalkınmak zorunda olsalar da onların bakışı yine de alemin tamamına insanlığın kurtuluşunadır.

Müslümanlar kalkınmak için uğraşacaklar fakat sadece kendilerini kurtarmak için değil tüm dünyayı fitne ve fesattan insanlığı da tağuti zulümat ve dalaletten kurtarıp İslâm'ın nuruna hidayet ve adaletine ulaştırmak için yani tüm insanlığı kalkındırmak için bunu yapacaklar. Bu bakışı bize hem yukarıda zikredilen naslar kazandırıyor, hem de Rasul 'in sünneti kazandırıyor.

Bilindiği üzere Rasul Sallallahu Aleyhi Vesellem ve sahabeler daha İslâm'ın ilk yıllarında, Mekke döneminde dış siyasetle ilgileniyorlardı. Müşriklerin liderleri aralarında Ebu Bekir'in de olduğu bir grup Müslüman'a; Farslıların Rumlara galip geldiklerini, Rumların Kitap Ehli olmalarının kendilerine bir üstünlük sağlamadığını, aynı şekilde Müslümanların da kendilerine Allah'tan kitap geliyor iddiası ile üstünlük elde edemeyeceklerini söyleyerek Müslümanlara çattılar. Bunun üzerine Müslümanlar Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in yanına geldiklerinde Allahu Teala Rum suresinin 1-4 ayetlerini indirip; Rumların kısa zaman içinde galip geleceklerini, mü'minlerin de müşriklere karşı zafer elde edeceklerini bildirdi. Nitekim Rumlar 616 yılındaki yenilgilerinden 8 yıl sonra, 624 yılında Farsları yendiler. Müslümanlarda Bedirde Müşrikleri yendiler. Bu olay sahabelerin devletleri yokken bile devletlerarası ilişkileri akideleri açısından takip ettiklerini, Allah ve Resulünün de bunu teyit ettiğini ortaya koymaktadır.

Mekke'de henüz devletleri bile yokken sahabelerin bu uğraşıları abesle iştigal miydi? Hayır, kesinlikle hayır. Bilakis dünyayı kurtarma sorumluluğunun bilincindeki Müslümanların akidelerinin ve sorumluluklarının zorunlu kıldığı bir uğraşı idi. Zira Rasul Sallallahu Aleyhi Vesellem daha Mekke'de iken çeşitli maddi sıkıntılar içindeki bir avuç Müslüman; zamanın iki süper devletinin fethini Allah'ın dininin hakimiyet için hedef olarak gösteriyordu. Kayser ve Kisra'nın hazinelerini vaat ediyordu. Bu vaat para vaadinden öte iki büyük ülkenin fethinin vaat edilmesiydi.

Bir başka örnek ise; Medine de Hendek gazvesinde İslâm devletinin ablukaya alındığı bir esnada korunmak maksadı ile çeşitli sıkıntılar içerisinde hendek kazarken Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in Müslümanlara Rum, Fars ve Mısır diyarlarının fethedileceğini müjdelemesiydi. Yani, Müslümanlara sadece bu ablukadan nasıl kurtuluruz gibi bir sıkıntıyla meşgul olmamalarını, gösterilen hedeflere nasıl ulaşılacaklarını düşünmelerini onlara telkin ediyordu. İşte bütün bunlar Müslümanların bugün dahi dünyayı ve tüm insanlığı Allah'ın dinini hakim kılarak kurtarmayı düşünmeleri gerektiğini, bunun yolu olan cihad bilinciyle hareket etmeleri gerektiğini, onun için de bakışlarını dünyaya yöneltip ne olup bittiğini fark etmeleri, takip etmeleri gerektiğini, bu takibi de İslâm’i açıdan yaparak siyasi uyanıklık içinde olmaları gerektiğini ortaya koymaktadır.

Siyasi uyanıklık:

İşte, İslâm ümmetinin şahit ümmet vasfını koruyabilmesi onda ancak siyasi uyanıklığın hasıl olması ile gerçekleşir. Siyasi uyanıklık ise, siyasi durumlara, devletlerarası duruma, siyasi olaylara karşı uyanık olmayı devletlerarası siyaseti ve siyasi işleri takip etmeyi dünyaya belli bir zaviyeden bakarak yürütmektir. Müslümanlar için siyasi uyanıklık bahsedilen hususlara İslâm akidesi açısından bakmaktır.

Rasulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem'in şu hadisinde ifadesini bulduğu gibi:"İnsanlar La İlahe İllallah Muhammedun Rasulullah diyesiye kadar savaşmakla emrolundum. Onu söylediklerinde şeriatın hak olarak kıldığı dışında kanlarını ve mallarını benden korumuş olurlar." (Nesei)

Dünyaya belli bir açıdan bakmamak insanın bakışını sathi kılar, siyasi uyanıklık olmaz. Şu iki husus gerçekleşmeden siyasi uyanıklık gerçekleşmez:

1- Bakış belli bir bölgeye değil tüm dünyaya olmalı,

2- Bu bakış belli bir açıdan olmalı. Bu açı bir ideoloji olabilir. Belirli bir fikir olabilir, belirli bir maslahat olabilir.

Ümmet içerisinde siyasi bir hizbin olmasının önemi:

Ümmette siyasi uyanıklığı hasıl edecek olan, siyasi bir hizbin faaliyetleridir. Nitekim böyle bir hizbin kurulmasını Allahu Teala emretmiştir:

ولتكن منكم أمة يدعون إلى الخير ويأمرون بالمعروف وينهون عن المنكر وأولئك هم المفلحون "Sizden hayra davet eden marufu emreden, münkerden nehyeden bir kitle (hizb) bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir." (Ali İmran 104)

Siyasi bir hizbte bulunması gereken özellikler ise şunlardır:

1- Hedefini ve üzerine kurulduğu fikirlerini iyi kavramış olmalıdır,

2- Metodunu ve onunla ilgili hükümleri kavramalı,

3- Kitlesine insanları katma yolunu iyi kavramalı,

4- Mensuplarına üzerine kurulduğu fikirleri kavratmalı ki onların bağlılıkları hissi değil fikri olsun,

5- Siyasi uyanıklık içinde olmalı, işi de sadece İslâm'a davet açısında siyaset olmalı.

Hizb bu işleri şöyle yapar:

a- Yöneticileri, icraatlarını yakinen takip ederek onların Müslümanların maslahatlarını takipteki ihmalkârlıklarını, yanlışlarını, ihanetlerini deşifre edip Müslümanların dikkatine sunmak. Böylece yöneticilere karşı Müslümanlarda siyasi uyanıklık hasıl etmek. Buna siyasi mücadele denir.

b- Kâfirlerin ve küfür devletlerinin Müslümanlara karşı entrikalarını, planlarını ve siyasi işlerini keşfedip Müslümanların dikkatine sunarak Müslümanları dünyadan haberdar etmek ve dış siyasette siyasi uyanıklık sağlamak.

c- İnsanların işlerinin yürütülmesinde Şer'î çözümler göstermek. İslâm'a davetin manası da zaten budur. Bu çözümlerin uygulanmasına davet etmektir.

Böylesi bir hizbin;

1- Olaylara karşı duyarlı olması,

2- Haberleri takip etmesi,

3- Siyasi bakış ve tefekküre sahip olması gerekir.

Siyasi tefekkür insanların problemlerine çözüm düşünmek değil, insanların işlerinin yürütülmesini düşünmektir. Bunun için de olayları ve haberleri, gelişmeleri takip etmektir.

İşte siyasi bir hizb; ümmette bu tefekkür ve siyasi uyanıklığı yaygınlaştırmak için uğraşır. Sonra da bu siyasi tefekkür ve uyanıklıkla ümmetin harekete geçip Allah'ın dinini tekrar hakim kılmak ve aleme taşımak için şeriatın ortaya koyduğu ve zorunlu kıldığı Hilâfet Devletini kurmak ve korumak, onunla beraber İslâm risaletini aleme taşıma yoluna girmesini sağlamaya çalışır.

İslâm’i siyasi hizbin işinin bu olduğunu da zaten öylesi bir hizbin bulunmasını gerekli kılan ayetlerle Allahu Teala belirlemiştir.

Allahu Teala siyasi bir kitlenin işini;

1- Hayra yani İslâm'a davet,

2- Marufu emredip münkerden nehyetmek şeklinde belirlemiştir ki, bu işler fikri ve siyasi işlerdir. Maddi işler değildir.

Onun için, İslâm’i siyasi bir hizbten ayetin belirlediği bu işlerin dışında işler beklemek yanlış olur. O hizbten devletin ya da devlete ait kurumların yapacağı maddi işler yapmasını beklemek yanlış olur. Zira o zaman ayeti kerime de ortaya konulan hizb vakıasını anlamamak olur. Dolayısıyla hizbten okullar açmasını, hastaneler açmasını, silahlı ordular kurmasını, yargı işlerini yapmasını ve bu işleri yapamıyorsa o hizb hiçbir iş yapmıyor diye vasfetmek, yaptığı siyasi fikri işi küçümsemek çok yanlış olur. Ayeti kerime de Allahu Teala'nın sınırladığı işleri küçümsemek olur. Rasul Sallallahu Aleyhi Vesellem ve ashabının yapmış olduğu işi küçümsemek olur. Bu konuda böyle düşünmekten Allahu Teala'ya sığınmak gerekir.

Şu halde bize düşen bu açıklamaların ışığında siyasetin, siyasi çalışmanın, siyasi hizbin ve işlerinin önemini iyi kavrayıp gereğince amel etmek olmalıdır.

245) Hilafeti, Dini Açıdan Nereye Oturtmalıyız? - Nureddin YILDIZ - www....



İYİ DİNLEYİN İYİ OKUYUN 
BU HİLAFET BU GÜÇ MÜSLÜMANLARIN BU GÜN OLMAZSA OLMAZLARINDANDIR.
BU GÜN MÜSLÜMANLARIN BAŞLARINDAKİ BELALAR BU GÜCÜN YOKLUĞUNDANDIR.
OKUYUN İTİRASINIZ VARSA BELİRTİN BİR ZAHMET
İSLAM DEVLETİNİN ÖNCELİĞİ
Muhammed (S.A.) e inananlar, onunla birlikte hicret edip ilk
olarak birlikte savaşanlar, önce Allah'ın şeriatı ile hükmeden bir
Müslüman devletin kurulması ve şeriatın buyruklarına uyan Müslüman toplumun inşası için çalışmışlardı.(BURADA BİREY DEĞİL KİTLE SÖZ KONUSU.YANİ KİTLESEL ÇALIŞMA OLMADAN İSLAM HİLAFET DEVLETİ İKAME EDİLEMEZ.DOLAYISI İLE (KAMİL)MÜSLÜMANLIKTA OLMAZ.SADECE SÖZ İLE SÖYLERSİN BU GÜNKÜ GİBİ İÇİ BOŞALTILMIŞ KAVRAM OLARAK)

Ancak bu hususları yerine getirdikten sonradır ki, itaat ve isyan ile ilgili ve teferruat sayılacak konulardaki emri bilmaruf ve nehyi anilmünker vazifesini yerine getirmeye başladılar. Hiç bir zaman asıl enerjilerini böyle basit şeyler için harcamadılar.

İslâm devleti kurulmadan ve Müslüman toplumun yapısı inşa edilmeden önce, çabalarını ancak bütün esasların esası durumunda olan bu temelin inşasına harcadılar. İyiliği emretmek, kötülükten alıkoymak prensibinin mefhumu da realitelerin icabına göre değerlendirilmelidir.Büyük kötülükler nehyedilmeden ve büyük iyilikler emredilmeden önce ikinci veya üçüncü derecedeki kötülüklere veya iyiliklere geçmek olmaz, ilk islâm cemiyetinin yapısı kurulurken bu husus üzerinde dikkatle durulmuştur.
HİLAFET DEVLETİ VE CİHADIN ZAMANI

Zira Müslümanlara gerek cihat gerekse kısas me d i n e 'de bir İslam devleti kurulduktan yâni hicretten sonra emrolunmuştur.

Daha önce ise Medine halkı ona biat ettiği zaman şöyle buyurmuştur: "Minadaki kâfirlerin üzerine
varıp onları öldürmek temayüllerini belirttikleri zaman: "Ben bu
şekilde emrolunmadım" karşılığını vermiştir.

Medine bir İslam yurdu haline gelince yüce Allah cihadı farz kılmıştır.
http://youtu.be/3DKXnseytts
----------------------CAHİLCE ALDANMA--------------------------------------------------
İSLAM ŞERİATINDAN HARİÇ BÜTÜN BEŞER SİSTEMLERİNİ RED ETMEKLE EMROLUNDUK.
İSLAM DÜŞMANLARI,BU GİBİ ALİMLERİ KULLANARAK VAKIFLAR ARACILIĞI İLE EMELLERİNE ULAŞIYORLAR.
VE,VEYA,YAHUT GİBİ SÖZLERLE KÜÇÜCÜK TAVİZ VERİYORLAR AMA BÜYÜK YARALARA NEDEN OLUYORLAR ONUN FARKINA VARAMIYORLAR.

DEMOKRASİ KÜFÜR NİZAMIDIR ONU ALMAK, TATBİK ETMEK VE ONA DAVET ETMEK HARAMDIR

http://www.hicretonline.com/Makaleler/Demokrasi%20Kufur%20Nizamidir.htm
UNUTMAYIN SİSTEMLER BİR BÜTÜN HALİNDE SİSTEMDİR.
SİTELERDEKİ YANİ YUOTUBİDEKİ KONUŞMALARDA ZEHİR VAR İSE ONLARA YORUM DA YAPILAMIYOR.DİKKAT..!!!
http://youtu.be/tvMqe8jZmrw
-----------------------------------------------------------------------
AİDERLERDİR.ŞAĞIDAKİLERDE HAİN LİDERLERDİR.
Said Nursî'nin Hıristiyanlıkta vuku bulmasını beklediği tasaffi, yani arınmanın türü, Hıristiyanların İslâm'a girmek için dinlerini terketmesi değil; ondan ziyade, onların hayır olan şeye zaten sahip olan dinlerini tamamlamaları, kemale erdirmeleridir. Ehl-i Kitabı muhatap alan bir Kur'an âyetini tefsir bâbında Bediüzzaman, "Kur'an ... size bütün bütün dininizi terketmenizi emretmiyor. Ancak, itikadatınızı ikmal ve yanınızda bulunan esasat-ı diniye üzerine bina ediniz, diye teklifte bulunuyor. Zira Kur'an, ... tadil ve tekmil edicidir.
https://www.blogger.com/blogger.g?blogID=3396906044691833088#editor/target=post;postID=4585194006401709219;onPublishedMenu=allposts;onClosedMenu=allposts;postNum=7;src=postname
OKUYUN VE DİNLEYİN
Mevlana Müslüman Değil Mecusi'dir...(Geçekler Çok Sarsıcı)http://youtu.be/YcGTM31JgtE

Celaleddin er-Rumi : ADAM KENDİNİ ANLATIYOR . BİRİLERİ de KALKMIŞ ONU YALANLIYOR ...! dinleyin bakın ,o kendini ne olarak tarif ediyor .?

Kendilerini islâm’a nisbet eden kitlelerin nezdinde ALLAH dostu,veli(!) diye tanımlandıkları halde bu insanlar müslüman oluşlarının, gerçekte bir din tercihi olmadığını, çünkü aynı zamanda yahudi, hırıstiyan, mecusi v.s dinlerin de müntesibi olduklarını çok açık bir şekilde ifade ederler:
“…Celâleddin er-Rumî “Divan”ında şöyle diyor:
“Canım, ey nur, kaçma benden!
Kaçma benden ey parlayan görünüm,
Kaçma benden kaçma benden!
Şu sarığa bak, onu nasıl başıma koydum,
Hatta bileğime taktığım Zerdüşt’ün zünnarına bak!
Zünnarı taşırım, yemliği taşırım.
Belki nuru taşırım, kaçma benden!
Müslümanım ben, ama Hırıstiyanım, Brahmanistim, Zerdüştiyim.
Ey yüce Hakk, sana tevekkül ettim, kaçma benden.
Bir tek tapınağım; mescid, kilise veya puthanem yok benim.
Sonsuz nimetim yüce yüzündedir, kaçma benden kaçma benden!”
(Teorik ve Pratik Açıdan Tasavvuf ve İslâm.S.160 (Dr. Mustafa Galveş, et-Tasavvuf fi’l- Mizan, 100-101’den))
http://youtu.be/omkNgcHbCio
-----------------------------------------------------------------------------------------------
Said Nursî'nin Hıristiyanlıkta vuku bulmasını beklediği tasaffi, yani arınmanın türü, Hıristiyanların İslâm'a girmek için dinlerini terketmesi değil; ondan ziyade, onların hayır olan şeye zaten sahip olan dinlerini tamamlamaları, kemale erdirmeleridir. Ehl-i Kitabı muhatap alan bir Kur'an âyetini tefsir bâbında Bediüzzaman, "Kur'an ... size bütün bütün dininizi terketmenizi emretmiyor. Ancak, itikadatınızı ikmal ve yanınızda bulunan esasat-ı diniye üzerine bina ediniz, diye teklifte bulunuyor. Zira Kur'an, ... tadil ve tekmil edicidir.
https://www.blogger.com/blogger.g?blogID=3396906044691833088#editor/target=post;postID=4585194006401709219;onPublishedMenu=allposts;onClosedMenu=allposts;postNum=7;src=postname
114) Dinlerarası Diyaloğa Nasıl Bakıyorsunuz? - Nureddin Yıldız - Sosyal Doku
http://youtu.be/u_ZvVTNKgT4

1 Temmuz 2014 Salı

Hilafeti IŞİD Türkiye için mi ilan etti? -Ömür Çelikdönmez | Timetürk Makale

Hilafeti IŞİD Türkiye için mi ilan etti? -Ömür Çelikdönmez | Timetürk Makale

Demokrat Sistemlerde Yapılan ‘Seçim Anlayışı’na Bir Bakış

19 Mart 2014 

Allah-u Teâlâ şöyle buyurmuştur: ‘أَتَسْتَبْدِلُونَالَّذِيهُوَأَدْنَىبِالَّذِيهُوَخَيْرٌ’ ‘Yoksa siz daha iyiyi daha kötü ile değiştirmek mi istiyorsunuz?’ Bakara/61

Herkesin takip ettiği gibi ülke bir hayli ‘Seçim’ havasına girmiş durumda. Sözde siyasi partiler, liderler, siyasi oturum ve programlar da bu ‘Seçim’ havadan nasibini almış, adeta bu ‘Seçim’ atmosferi Türkiye’nin her tarafını sarmış ve etkisinin altına almıştır. Toplum ise her zamanki gibi bu kutuplaşma yüzünden bölünmüş vaziyettedir. Aslına bakılırsa ele aldığımız konuya ‘Seçim’ demek biraz zor gibi geliyor. Okuyucunun affına sığınarak şunu demek istiyorum; bu tür ortamlara daha çok ‘siyasi sataşma ve sokak dalaşma’ demek yakışır. Türkiye’deki ‘Seçim Psikolojisi’; ‘A’ parti ’B’ partiyi veya ‘A’ lideri ’B’ liderini karalamak suretiyle bunun üzerinden siyasi yatırım yaparak taraf toplamaktan ibarettir. İşte demokrat sistem; toplum içerisinde yüksek gerilim ve kutuplaşmayı sağlayan bu ‘Seçim Psikolojisi’ni fıtratında ve iç organlarında bir hastalık olarak barındırdığı için demokrasiye çağıran –sözde- siyasi parti ve liderler de ne yazık ki bu hastalığın bağımlısı olmaktadırlar.
Ancak temel bir hususu hatırlatmak isterim ki ‘Demokrat Sistem ve onun Seçim Anlayışı’; Vahiy merkezli ve hayat nizamı olan İslam’ı toplum ve devlet ortamından uzaklaştırıp koyu bireyselliğe zorlamaya çalışan laiklik -dinsizlik- ilkesine dayanmaktadır. Bu önemli hususun hiçbir zaman unutulmamalı. İşaret ettiğim bu tanım sadece Türkiye gibi ‘Çakma Demokrasi’nin uygulandığı ülkeler için değil, aksine Fransa, İngiltere ve ABD gibi ‘Orijinal Demokrasi’nin uygulandığı ülkeler için geçerlidir.
Vahiy merkezli düşünüp hareket eden ve bu ‘Seçim’ seviyesizliği atmosferinde yaşayan bir Müslüman haklı olarak şu soruyu sorma ihtiyacını hissetmektedir; acaba hayat nizamı olan ve bütün davranışlarda hüküm beyan eden İslam bunun neresindedir? Daha doğrusu İslam bu ‘Seçim Kavgası’nın içerisinde yer alabilir mi?
Ben bu soruya ‘soru-cevap’tan çok demokrasinin seçim anlayışını yargılayıp tarihçesini gözler önünde sergileyerek analiz etmeye gayret edeceğim. Siz de değerli okuyucular sahip olduğunuz ‘Furkan’ ferasetiyle yazının içerisinden cevabı net bir şekilde çıkarabilirsiniz.
Unutulmamalıdır ki Mümin olan bir kimse bu gibi konularda fikir beyan etmeden önce bir özelliğin kendisinde bulunması gerekir ki, o da Allah’ın ve Resulü’nün hoşnut oldukları ilahi sistem olan İslam’ı sevmek ve Müslümanlara sevdirmek ve Allah’ın ve Resulü’nün hoşnut olmadıkları ve kerih gördükleri bütün beşeri sistemlerden nefret etmek ve onları Müslümanlara nefret ettirmektir.
Ben bu yazıda oy kullanmanın hükmü nedir meselesini ele almayıp daha çok demokrat sistemi kamufle eden, dört yılda bir derin nefes aldıran, kan tazeleten, el değiştirten ve en önemlisi ayakta kalmasını sağlayan ‘Seçim’ sahtekârlığı meselesi üzerinde durmaya ve konuya birkaç madde halinde sıralamaya çalışacağım inşallah.
1) Genel anlamda seçim nedir?
Bilindiği gibi kapitalizm; kendi hayat tarzını diğer halklara pazarlayabilmesi için yüzündeki çirkinliği gidermek üzere bir takım estetik ameliyat yapıp sistemine sürekli yeni şekiller kazandırabilecek bir yapıya sahiptir. Bu nedenledir ki hiçbir batılı devlet adamı kamuoyuna açık olarak demokrasiden bahsettiğinde çirkin yüzünü anlatmaz. Afganistan ve Irak’ı işgal etmeden önce ve ettikten sonra sürekli ‘Seçim’ kavramını kullanarak Müslümanların gözünü boyadılar. Zira davulun sesi uzaktan kulağa hoş geldiği gibi yakından ise kulağı patlatır esprisiyle demokrat sistem ‘Halkın iradesi’ nakaratıyla insanları aldatmaya çalışır.
İzninizle ben demokrat sistemlerde yapılan ‘Seçim’ aldatmacasını şöyle tanımlamak istiyorum; ‘Demokrasi bütün insanları bazı zamanlarda aldatabilir, yine demokrasi bazı insanları her zaman aldatabilir, fakat bütün insanları ve her zaman asla aldatamaz.’
‘Seçim’ meselesine bakılırsa, kimin ve hangi adayın seçildiği değil, ne için ve hangi amaçla seçildiği önemli. Yalın olarak ve tek başına alındığında ‘Seçim’; tekniksel bir kavram ve araç olduğu için İslam onu hayatiyet taşıyan şeri hükümler için kullanmıştır: Resülullah şöyle buyurmuştur: (إذا خرج ثلاثة في سفر فليؤمروا أحدهم) ‘Üç kişi yolculuğa çıktığı zaman aralarında emir olarak birini seçsinler.’ رواه أبو داود، من حديث أبي سعيد وأبي هريرة. Zira birini seçmek bir iş hakkında ona vekâleten tasarruf hakkını vermektir. Dolayısıyla vekâletin ve tasarruf hakkının verildiği iş haram ise vekâletin kendisi de haramdır.
2) Demokrasinin insanların duygularını okşayan ve vazgeçilmez özgürlük Teorisi: Demokrasinin temel unsuru ve hayat tarzı olan özgürlük; insanların duygularını okşamak suretiyle gerekli ortamı hazırlayıp haram ve toplumun ahlaki çöküşüne sebebiyet veren fuhuş işlemeye insanları teşvik etmektir. İşte bu yüzden eşcinsellik, evlilik dışı ilişki, evde köpek ve yılan gibi hayvanlarla beraber yaşamak, uyuşturuculuk, cinsiyet değiştirmek, kızların küçük yaşta iken gayri meşru bir şekilde hamile kalması gibi hususlar yasallaştırılmıştır. Bu gün özgürlüğün titizlikle uygulandığı batılı ülkelere baktığımızda sağlıklı aile kurumu bitmiş, iffetli ve ahlaklı toplum kalmamıştır. İşte özgürlüğün kabarık faturası ve korkunç bilançosu:
1) Dünya genelinde 100.000.000 kişi evsiz ve Metro ve kanalizasyonlarda yaşıyor!
2) Dünya genelinde 3.000.000.000 kişi 2 dolarlık yevmiye ile geçimini sağlıyor.
3) Dünya genelinde günde 40.000 kişi ölüyor.
Eğer sosyalizm insanları döverek öldürüyorsa, kapitalizm ise özgürlük adı altında insanları severek, okşayarak öldürüyor.
3) Demokrasinin hizmet anlayışı: Bazı çevreler özellikle alınlarında İslami sloganlar yapıştıran çevrelerin içinde bulunduğu gayri İslami durumu meşrulaştırmak ve halka da ikna etmek için yol, hastane, okul, çeşme, alt ve üst geçit, köprü ve hızlı tren gibi yıllardır kısılan ve mahrum bırakılan ‘Hizmet’ kavramını kullanarak halkın dikkatini bunlara çekmektedir. Demokrat sistemlerdeki hizmet anlayışına göre bir yol asfaltlanırsa, karşılığında binlerce aile yuvası yıkılıyor, bir kentin çöpleri toplanıyor ve sokakları temizleniyor, karşılığında o kentin namusları kirletiliyor, TOKİ gibi her tarafta toplu konut yerleşim olarak katlı gökdelenler dikiliyorsa, karşılığında toplumun ahlaki yapısı çöküyor… İşte bu tür hizmetler aslında halka değil demokrasiye ve onun bekası ve belli bir pirim ve itibar kazanmak için yapılmış oluyor. Bu da demokrasinin hizmet ile ilgili anlayışının ta kendisidir. Ne acıdır ki bazı kesimler seçim kampanyası olarak ‘inanç, kimlik, hizmet’ diye bir takım kulağa hoş gelen sloganlar asmışlardır. Merak ettiğim tek şey; acaba bu kadar kirli bir sistemde sağlam ‘inanç, kimlik, hizmet’ nasıl olacak?! Oysa İslam’ın hizmet anlayışı taban tabana terstir. Zira Allah’ın indirdiğiyle hükmeden bir yönetici sorumluluğun gereği olarak ve Allah’tan korktuğu için kendi halkına hizmetin en kalitelisini sunmayı asli görevi olarak kabul eder. Nitekim bir gün halife Ebu Bekir (r.a) yaşlı bir kadının ineğini sağınca onun hayırlı duasını alır. Halifenin vefat haberi yaşlı kadına gelir, fakat onu tanımaz. Etraftakiler senin ineğini sağan adam öldü deyince, ‘Ya, Allah rahmet etsin’ der. Yine halife Ömer’in şu meşhur sözü herkesçe bilinmektedir: (لو عثرت بغلة في العراق لسألني الله عنها لما لم تصلح لها الطريق يا عمر) Dolayısıyla İslam’ın hizmet anlayışı, şeri hüküm olarak karşılığında hiç bir şey beklemeksizin Allah’ı razı etmektir.
4) ‘وَشَهِدَشَاهِدٌمِنْأَهْلِهَا’ ‘Olayın içinde bulunan biri şöyle şahitlik etti’:
Ben burada demokrasi ile ilgili fikir babalarının neler söylediklerine dikkat çekerek üç kısa örnek vermek istiyorum:
A- ABD’li ekonomist, 2003’ten beri Columbia Üniversitesi profesörü ve IMF’nin en önemli ekonomistlerinden biri Joseph Stiglitz şöyle diyor: (Ben artık öyle bir kanata vardım ki, büyük sanayi ülkeleri; üçüncü dünya ülkelerinde yaşayan insanların hayatlarını öyle bir duruma getiriyor ki, Dünya Bankası, Uluslar arası Ticaret Örgütü ve IMF gibi Uluslar arası Örgütler aracılığıyla daha zor ve çekilemez bir hale getirmektedir). Ayrıca bu adam; Dünya Bankası ve IMF’nin kendisine bir takım eleştirilerin baskısı altında kaldığı için istifa etmek zorunda kalmıştır.
B- İskoçyalı bir filozof ve ünlü bir ekonomist olan Adem Smith (1723-1790) şöyle diyor: (Mülkiyetleri korumak amacıyla kurulan seküler devleti aslında o zenginleri fakirlerden korumak için kurulmuştur.)
C- Ford arabası kurucusu da şöyle diyor: (İnsanların bizim bankacılık ve finansal sistemimizin nasıl işlediğin bilmemeleri iyi bir şeydir. Çünkü bu sistem nasıl işlediğini anlarlarsa, yarın sabahı beklemeden ayaklanırlar.)
Son olarak Allah-u Teâlâ’yı razı etmek isteyen bütün Müslüman kardeşlerime sesleniyorum. Yazının başında okuduğum ayeti kerimede geçtiği gibi ‘أَتَسْتَبْدِلُونَالَّذِيهُوَأَدْنَىبِالَّذِيهُوَخَيْرٌ’ ‘Yoksa siz daha iyiyi daha kötü ile değiştirmek mi istiyorsunuz?’ Bakara/61 Daha iyi olan İslam’ı daha kötü olan demokrasi ile sakın değiştirmeyiniz ve Allah’ın nizamından yüz çevirmeyiniz ki Allah da sizden yüz çevirmesin.

Fuad Hamidoğlu